8 Kasım 2010 Pazartesi

o mu, bu mu?

Bir süredir hayatıma yön verecek olan rüzgarı beklemekteyim... Hala esmedi. Belki yavaştan hissettirmeye başlamış olabilir kendisini, ya da ben öyle olduğunu zannediyorum. Zaten okulu bitirmek demek hiç öyle hayal ettiğim gibi bir şey değilmiş, öncelikle bunu anladım. İstediğim bölümü, çok isteyerek okuyamamış olduğumu fark ettim, nereden nasıl kapıldım ''mimar olmalıyım'' isteğine onu da bilemiyorum. Aslında çocukluk hayalim pilot olmaktı benim. Sokakta oyun oynarken duyduğum uçak sesi deli gibi heyecanlandırır, her şeyi bırakıp uçağı gözden kayboluncaya kadar takip eder, arkasında bıraktığı izler yok olana kadar gökyüzüne bakakalırdım. Sevdiğim bir duyguydu, şimdi ise özlediğim. Epeydir hissettiremiyor hiçbir şey bana bu duyguyu. Bu hissiyatımın temelinde, babamın Almanya'dan gelişinin çağrışıyor olması, ve onun gelişiyle birlikte gelen çikolatalar, boya kalemleri, oyuncaklar arasındaki kuvvetli bağ da yatıyor muhtemelen :) Aslına bakarsak babam hala geliyor, çikolatalar da öyle, boya kalemleri ve oyuncakların yerini ise teknolojik aygıtlar aldı sadece. Demek ki gerçek neden çocuklukmuş, küçücük olmama rağmen içinde yaşadığım, kendimce kurduğum keyifli düşler ülkesiymiş galiba. Bunu da fark ettim ki, artık insanlar daha az hayal kuruyor. Oysa bence en mutlu olunabilecek yerlerdir hayaller. Mutluluğu hayallerde aramak gibi arabesk bir düşünce değil bu kesinlikle :) Hayal etmenin, imkansız sandığımız şeylerin biraz daha gerçekleşebilir olduğuna inanmamızı sağladığı kanaatindeyim ben. Hayal ettikçe isteriz, çünkü hayalinin bile nasıl mutlu etmeye yettiğini görüp inançla, şevkle isteriz hayalimizi gerçek kılmayı. Korkmayalım hayal kurmaktan, istemekten...

Çok kopuk kopuk oldu yazdıklarım. Pek sık olan bir durum bu benim için. Konuşurken dahi oluyor. O an düşünüyor olmakla mı ilgili tam bilemiyorum ama yazdığım/ konuştuğum bir konu üzerinde kullandığım bir kelime bir anda bir şeyler çağrıştırıyor, farklı bir yöne çekip sürüklüyor beni farkında olmadan. Sonra da bu dağınıklık çıkıyor ortaya. Neyse bundan şikayetçi değilim çoğu zaman :)

Aslında yazmak istediğim konu seçim yapamamak, arada kalıp birçok şeyi denemek, ya da başarısız netice alınabileceği düşüncesi ile maymun iştahlı biri gibi görünmemek için başlamaya bile cesaret edememek.
Hele ki okul hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olmuşsanız, çevrenizdeki herkes sizden hep daha iyisini bekler. Kendinizden çok onlara karşı sorunluluk hissetmeye, başarısız olmaya hakkınız yokmuş gibi düşünmeye başlarsınız. Ne büyük saçmalık...

Biraz toparlayayım ve pilot olma hayaliyle yola çıkıp mimar olmamla sonuçlanan sürece kadar neler düşünmüş ne kararlar değiştirmişim bakalım.
Pilot olmak için ilk şartın yükseklik korkusunun olmaması gerektiğini düşünüyordum. Bu inanç sebebiyle balkondan ayakları sarkıtmak, inşaatı devam eden evimizin ilk katından kum yığınları üzerine atlamak, salıncakta gökyüzüne çıkacakmış gibi yükseldiğimi hissederken inme teşebbüsünde bulunmak, merdivenleri sahanlıktan sahanlığa uçmak suretiyle inmek, komşunun ağacına çıkılacaksa kahramanlık taslayıp ilk tırmanan olmak gibi enteresan tecrübelere sahibim. Bu kadar absürd denemelere karşın nasıl olmuş da bir yerlerimi kırmamışım hala şaşırıyorum. Ama en nihayetinde kazasız belasız bir şekilde yüksekten korkmadığımı kendime kanıtlamışım, kanıtlamışım da ne olmuş, bir işe yarasaymış hiç değilse : ) Belki bir gün yarar işime, gökdelen tasarlayıp en üst katını da kendime ayırır orada yaşarım :)

Pilotluk macerasından bir şekilde vazgeçmiş, doktorluk, veterinerlik, öğretmenlik gibi kutsal mesleklere de teğet bir geçiş yapmış, üzerinde fazla durmamıştım. Sesimin güzel olduğunu sandığım dönemler de oldu tabii, ünlü olma hayalleri de bir dönem epey meşgul etmişti zihnimi :) Gerçekle yüzleşmek pek hoş olmamıştı, kimse sesimin kötü olduğunu söylemeden kendi sesimden kendimin rahatsız olması neticesinde duş esnasında bile şarkı söylemez oldum :)

Lise döneminde artık büyümüştüm, her şey daha ciddi, daha gerçekçi, daha sıkıcıydı haliyle. O yüzden lise dönemini özleyen insanlara hep manasız gözlerle bakarım, hiç anlamam lise yıllarını saçma sapan hikayelerle anlatanları. Pek de sevmem hatta bu kişileri, nedense yalan söylüyorlarmış gibi bir gelir bana. Ben hiç özlemediğim için galiba. Neyse, bu sıkıcı yıllar dersane-okul-ev üçgeninde geçtiği için hatırlanmaya değer de pek bir şey yok. Böyle bir dönemde mimar olmaya karar verdim. Bir hedef gerekiyordu lise sonrası için; bir bölüm bir de üniversite belirledim kendime ve gerçekleşti. Ama eksik düşünmüşüm, ya da düşünmeye hayal etmeye devam etmemişim ki şu an ne yapmak istediğimi bilemez bir durumdayım. Kararsızlık, belirsizlik, isteksizlik, tembellik, üşengeçlik, çekingenlik... Hepsini topluyorum elimdekilerin, elde var boşluk. Bekliyorum şu an rüzgarın esmesini, tünelin sonundaki ışığın görünmesini... Harekete geçmeden de olacak bir şey yok, ancak ne için harekete geçmem gerektiğine karar vermem gerek şu aşamada. Biraz daha zaman...

Mimarlık, öyle heyecanlardan heyecanlara sürükleyen bir alan olmadı benim için. Galiba istemediklerimi sıralamamla birlikte elimde kalan tek seçenekti. Sevmeye çalıştığımı da söyleyemeyeceğim, eğitim sürecinin bittiğine seviniyorum sadece. Farklı kapıların açılması için de çok çabalamadım sanırım. Bir ara fotoğrafçılığa merak saldım, ''fotoğraf ve mimarlık'' dersinin etkisiyle elbette. Tasarıma yeni boyutlar kazandırıp mimari tasarımlarımı saç tasarımları üzerinde mi denesem diye bile düşündüm, nasıl olacaksa :) Bu fikir de, okulda yaptığım projelerden duyduğum memnuniyetsizlik gerekçesi ile ortaya çıkmış olabilir.
Bir şeylerden ilham almak, ateşleyici bir nokta bulmak için uğraştım, kendi kendime heyecanlanmış numaraları bile yaptım ama pek uzun sürmedi bu çabalamalar da. Her şeye rağmen içimde saklanmış bir mimarlık sevgisi, bir yaratıcı kimlik olduğuna inanıyorum, sadece vakti gelmediği için ortaya çıkmamakta diretiyor. Onca ödev, sunum, proje mutlak surette kendini gösterecektir bir yerde. Bekliyorum...

Şu sıralar tasarımın moda boyutuna doğru bir meyil içerisindeyim. Bundan keyif alıyorum. Birtakım markaların ''kendi modanı yarat'' seçenekleri sayesinde kendime farklı bir uğraş bulmuş oldum, seviyorum da. Mimari tasarımı moda tasarımıyla birleştirmek olabilir bir sonraki ütopik fikrim, kim bilir :)
Pembe panjurlu evler giyen kadınlarla cami minaresi giyen adamların yollarda elele yürüdüğünü görmek pek eğlenceli olmaz mıydı :)

7 Kasım 2010 Pazar

ertelemek

Galiba birçoklarımızın hayatı hep bir şeyleri ertelemekle, hep sonralara, yarınlara bırakmakla geçiyor. İlkokuldan beri süregelen kötü bir alışkanlık olsa gerek diye düşünüyorum. Bıraktıklarımızı da çoğu zaman unutup bunların yerine daha başka ertelenecekleri koyuyoruz ve belki de geçen zamanın farkına varamadan, ertelenenlerden uzun upuzun, sonunu kestiremediğimiz bir yol, çıkışı olmayan bir tünel, çözemeyeceğimiz ve içinde sürekli kaybolacağımız bir labirent, bulutları delip geçerek gökyüzünü bile görmemize mani olan, hiçbir zaman da anlam veremeyeceğimiz çirkin, saçma sapan gökdelenler inşa ediyor, kendimizi de bu çıkmazlarda yaşamaya mahkum kılıyoruz.

Bir zaman sonra silkelenip kendimize geldiğimiz vakit hapsolduğumuz yerde geçmişimize bakıp teker teker hatırlamaya başlayacağız ne kadar çok şey yapmak isteyip de ne kadar çok şeyi ertelediğimizi, ne büyük heveslerle hayallerini kurduğumuz ideallerimizden/hedeflerimizden/ondan/onlardan nasıl kolayca, ne kadar sudan sebeplerle ve hatta bazen de hiç nedensiz nasıl vazgeçebildiğimizi görüp pişmanlık içinde sona geldiğimizi anlarız. Zamanı geri alabilmek için...

Farkındalık ve hayattan ne istediğini bilmekle ilintili olabilir birçok şey. Kimi şanslıdır, en baştan bilir ne istediğini. Bilir nereye ulaşmak istediğini ve ona göre yaşar, ne erteleyecek ne de bekleyecek vakti yoktur. 
Kimi de rüzgar nereye eser, nereye sürüklerse oraya savrulur, hep yalpalar, ayakta durması güçtür. Hayatı da bu sürüklenme içinde kayıp gider nasıl geçtiğini bile anlamadan...

Elde bir dünya ertelenenle kalakalıp kararsızlıklar içinde nefes alınamayacak bir duruma gelindiğinde ise ''keşke'' ler sıralanmaya başlar. Bundan böyle de ''sonra''ların yerini ''keşke''ler almıştır, hayırlı olsun, bu hayat bitmez....
Bu nedenledir ki ertelemeyin efendim, bugünü bugünde yaşayalım, yarın da hayalleri gerçekleştirecek zamanımız kalsın değil mi?


6 Kasım 2010 Cumartesi

merhaba...


uzuun ertelemelerden ve kendimi kandırmacalardan sonra başlıyorum bakalım yazmaya..
neden bu kadar uzun sürdü karar verme süreci yazmaya başlamak için?
belki de bir alana yoğun bir şekilde ilgi duymadığımdan/öyle sandığımdan da olabilir ya da herhangi bir konu üzerinde yazıp paylaşacak bir birikime sahip olduğumu düşünmediğimden galiba böyle bir mücadele verdim kendimle... bakalım bakalım, bu ilk yazımla bir başlangıç yapıyorum, devamı gelecektir mutlaka. küçüklükten beri de öyle öğretmediler mi zaten; önemli olan, bir işe başlayabilmek, cesaret edebilmek, inanabilmek.. burası, biraz daha günlük tutar gibi kullanacağım bir yer olacak belki, ya da bilemiyorum işte tamamen aklıma ne gelirse, ne eserse o an, ne istersem paylaşabileceğim bir platform da olabilir, normalde konuşmaktan hiç hazzetmediğim ya da ilgimi çekmeyen konulara bile el atabilirim belki... nedense bir heyecan ve sabırsızlık var içimde, galiba farkında olmadan çok şey biriktirmişim bunca zaman : )


evet, bu merhaba yazımı fazla uzatmadan kullanıcı adım karlinka ve sayfa başlığım es muss sein hakkında bir şeyler söyleyeyim o halde:
karlinka, o meşhur rus şarkısı ya da türküsü kalinka'dan türettiğim bir sözcük, anlamsızdır, bir manası varsa da bilmemekteyim, küçücük bir araştırma ile çok yaygın olmayan bir kadın ismi olduğunu öğrenebildim. kalinka olarak alamadığım blog adresim, araya giren bir r harfi ile karlinka olmuştur efendim:)


es muss sein ise, pek bir sevdiğim yazar milan kundera beyfendinin ''var olmanın dayanılmaz hafifliği'' adlı pek şahane kitabında geçen bir söz öbeği olmakla birlikte, hatırladığım kadarıyla kundera'nın da tam olarak ifade edemediği/farklı bir anlam yüklediği (yanılıyor da olabilirim, en kısa zamanda kitabı tekrar açıp bir göz atacağım) ya da türkçe'ye çevirenin, bu kalıbın türkçe olarak birebir karşılığı olmadığından (yine hatırladığım kadarıyla bir açıklamadan sonra) es muss sein şeklinde kullanılan, özetle ''bu olmalı'' diye çevirebileceğimiz söz öbekçiği :)

hayatınızdan es muss sein'leriniz eksik olmasın!